Sonbahar, her zaman olduğu gibi bu yıl da İstanbul’a Filmekimi’yle “merhaba” dedi. 3–12 Ekim arasında izleyiciyle buluşan 24. İstanbul Filmekimi, bu süre zarfında şehirdeki sinemaseverlere 50 filmlik bir seçki sundu. Ancak bu yeni film serisinin yarattığı heyecanlı atmosferin arkasında, festivalin sunduğu ‘yeniliğin’ gerçekten ne kadar cesur olduğu sorusu tartışılır.
Filmekimi, sinemaseverlerle ilk kez buluştuğu 2011’den bu yana, metropolün kültürel ritimlerinden biri hâlini aldı şüphesiz. Festival programının yarattığı ilk izlenimler son derece kuvvetli. Ancak Cannes, Venedik ve Berlin gibi dünya festivallerinde favori olarak gösterilen bir dizi seçki; ödül potansiyeli, medyada görünürlük ve ‘güvenli estetik’ kriterlerine göre şekilleniyor. ‘Panahi’ gibi direniş sesleri Altın Palmiye kazansa da, risk alınan projelere verilen yer o kadar az ki… Her ne kadar özgünlük, deneysellik ilham verici de olsa, temalar çoğu zaman ya büyük dramatik yapıma ya da sinemanın geleceği garanti görülen ‘uluslararası dil’e uygun biçimlere mecbur bırakılıyor. Bu kapalılık da haliyle Filmekimi’ni popüler kültürün dayattığı aynı estetik döngüye mahkûm bırakıyor.
Festivalin bana göre bir diğer kritik sorunu; artık kendini bir yere konumlandıramaması. Sinema, sinemaseverler için midir, yoksa markalar ve reklamlar için mi? Bir zamanlar ‘bağımsız sinema şenliği’ olarak anılan Filmekimi, bugün bilet fiyatları, sponsor görünürlüğü ve mekân tercihleri açısından kuruluş amacını sorgulatıyor. Filmlerin gerek Atlas 1948, City’s Nişantaşı, Kadıköy Sineması gibi nostaljik veya ‘prestijli’ salonlarda gösteriliyor olmasından, gerek bilet fiyatlarının çoğu öğrencinin erişebileceği sınırların dışında kalmasından dolayı, festival anlamını ne yazık ki kaybediyor. Bu durum, Filmekimi’nin hedeflediği ‘sinemayı geniş kitleyle buluşturma’ idealini de zedeliyor.
Festivalde hayal kırıklığına uğradığım filmlerin başında Flamingo’nun Gizemli Bakışı geliyor. Yönetmen Diego Céspedes’in ilk uzun metrajlı filmi, arkaplanındaki politik bağlamla güçlü bir potansiyele sahip. Ancak Céspedes gerek 80’ler Şili’si, gerek toplumsal baskı ve cinsiyet rollerini somut bir dramatik yapı kurmak yerine, bana göre soyut imgelerle havada bırakıyor. Film flamingonun neyi temsil ettiğinin cevabını veremeden izleyiciyi bir sis bulutuna sokuyor ve bitiyor. Bu da izleyiciye “Bu görüntüler nereye varacak?” sorusunu sordurtuyor. Filmdeki görseller duyguları değil, yönetmenin estetik vizyonunu temsil ediyor. Kısacası verilmeye çalışılan her duygu hissiyatın ötesinde bir kompozisyon gibi kalıyor.

Talar Midoyan
Elbette beğendiğim, dikkat çeken filmler de yok değil. Oliver Laxe imzalı Sırat, güneşin kavurduğu Güney Fas çöllerinde bir babanın oğluyla birlikte kayıp kızını aradığı, duygusal olarak yıpratıcı ve yoğun bir yolculuğu anlatıyor. Dayanıklılığın sınırlarını zorlayan bu arayış, rave müziği ve uçsuz bucaksız Fas çöllerinin büyüleyici görselliğiyle hipnotik bir atmosfer yaratıyor ki bu da filmi mutlaka beyazperdede yüksek sesle izlenmesi gereken bir yapıta dönüştürüyor. Yönetmen, anlatısını kelimelerden çok görüntü ve ses üzerinden kuruyor. Ne bir sığınak ne de bir kurtuluş vaat eden planlar, insanın varoluşsal çaresizliğini izleyiciye işliyor.
Filmekimi’ni farklı kılan, yalnızca büyük festivallerde ödül alan yapımları değil, uzak diyarlardan gelen, düşük bütçeli ama özgün seslere sahip filmleri de seyirciyle buluşturmasıydı. Ancak farklı coğrafyalarda anlatılan küçük hikâyelerin seslerinin giderek azaldığını görüyoruz. Bana göre o filmler, dünya sinemasının sessiz ama en canlı damarını oluşturuyorlardı. Bugünse seçki, estetik açıdan giderek ‘güvenli’ yapımlara yöneliyor. Afrika, Orta Doğu, Güney Amerika veya Asya’nın bağımsız sineması, festival programlarında nadir bir istisna olarak yer buluyor kendine artık. Bu da Filmekimi’ni, bir ‘dünya sineması vitrini’ olmaktan çıkarıyor. Örneğin Gazze üzerine yer alan filmler bile ‘politik doz’ açısından güvenli bölgede kalıyor.
Tüm bunlar öyle bir atmosfer yaratıyor ki festival, sinema üzerine düşünmeyi değil, ‘bir etkinliğe katılmış olmayı’ öne çıkarıyor. Filmekimi bir sinema deneyiminden ziyade, yavaş yavaş, markalı bir sonbahar etkinliğine dönüşüyor.